MÜNTECEP KESİCİ VE 1982 AYRILIĞI (3)

Engir Erkiner


2006 yılı gibi hatırlıyorum (2005 de olabilir!) politik çevremizden olmayan ama yayınlanan dergilerine arada yazı yazdığım bir arkadaş Ankara’da eski politik çevreden insanların yemekli toplantıda bir araya geleceğini, bu insanlara yönelik olarak mesaj yazmamın iyi olacağını ve bunu iletebileceğini söyledi. Kısa bir mesaj yazdım ve sonrasında bu arkadaşın ilettikleri karşısında şaşkınlığa düştüm. Toplantıya Lazkiyeli Muhabarat ve Rıza’dan da mesaj geliyor. İlkini çöpe atıyorlar, ikincisini okumuyorlar, sadece benimkini okuyorlar. Daha bu site kurulmamış ve herifin diğer ağır suçları ortaya çıkarılmamıştı ama kişinin Muhabaratla çalıştığını ve bazı örgüt içi infazlarını herkes biliyordu. 

Rıza ise kendisini çok yıpratmıştı. Politika yapmak demektir, bir şeyi savunuyorsan yapacaksın. Halk savaşını savunup yıllardan beri bu konuda yazarak olmaz, ciddi bir şekilde teşebbüs etmek gerekir. Başarılı olunamayabilir ama ciddi olarak yapmaya teşebbüs etmek olmazsa olmazdır. Aksi durumda bir süre sonra insanlar sizi dinlemez olur. 

Bu konudaki yorumu biliyorum: sen Avrupa’da başarılı oldun. Rıza da yıllarca hapiste kaldıktan sonra tahliye olunca ülke dışına çıkmak zorunda kaldı, ama orada pek bir şey de yapamadı. 

Bu görüşün doğruları olmakla birlikte önemli bir eksiği de bulunuyor. 

Özellikle Almanya’daki mücadelede başarılı oldum ama bu alandaki mücadelenin etkisi 1990’lı yılların ortalarından başlayarak azaldı. Doğrudan ülke içine hitap eden faaliyetiniz yoksa sadece Almanya ya da Avrupa’daki mücadelenin etkisi sınırlıdır ve 1990’lı yılların ortalarından başlayarak azalmıştır. Unutmayın ki o yıllarda internet çok az gelişmişti, neredeyse kullanılmıyordu.

1980’lı yılların ikinci yarısında Emek adlı aylık teorik bir dergi yayınlanmaya başladı. Her sayısında uzun bir teorik yazım yer alıyordu ve önde gelen konu sosyalist ülkelerdeki gelişmelerdi. Tanınan ve okunan bir dergiydi. Aynı çizgiyi daha sonra yayınlanan Toplumsal Dayanışma’da da sürdürdüm. Birleşik Sosyalist Parti’nin SÖZ adlı haftalık dergisinin hem Avrupa temsilcisiydim hem de her sayıda yazıyordum. 

Özgür Gündem gazetesi yayına başladı ve yayınlandığı yaklaşık bir yıl sürede her hafta bir köşe yazısı yazdım. Konu esas olarak dünyadaki gelişmeler ve artık tarihe karışmış olan eski sosyalist ülkelerdeki gelişmelerdi.

Yazın Dergisi 1991-2001 yılları arasında Türkiye’de de yayınlandı.

Kürtlerin Belçika’da açılan ve dünya çapında yayın yapan televizyonunda kaç kere açık oturuma katıldığımı hatırlamıyorum. Ardından istek üzerine Fırat Haber Ajansı’nda haftada iki kere yazmaya başladım. Yazmak sorun değil, insanların az bildiği konuları yazmanız gerekir. Mesela Kürt medyası ve yeni Kürt kimliğinin oluşumu gibi. Ajanstan bir arkadaş, “Yazılarındaki okur sayısı 30 binden aşağıya inmiyor” diyordu. 

1982-2006 yılları arasında Türkiye’de 8 ya da 9 kitabım yayınlandı. En fazla ilgi göreni Özgür Üniversite Yayınları arasında çıkan Avrupa Birliği ve Türkiye – Soldan Bir Bakış  adını taşır. 3000 tanesi bir yılda tükendi, ikinci baskı yapıldı. 1989 Berlin Duvarı da önemli bir kitaptır, SBF de yardımcı ders kitabı kabul edilecekti…

Almanya ve Avrupa’daki mücadelede başarıyı bunlarla birlikte düşünmek gerekir. 

İnsanlarımız geçmişe baktıklarında o günden bugüne benden başka kalan yoktu. Evet, ben bir deyimle “bu insanlarla birlikte olmam” deyip çekip gitmiştim ama gerçeklik de böyleydi. 

Üç tane eleştiriyle karşılaştım.

Birincisi: Sen gittin, örgüt bitti, neden gittin?

Bu abartmalı bir görüştür. Adana, Hatay, Suriye ve Almanya’yı görmüştüm ve örgüt diye sözü edilen yapı büyük bir abartmaydı. Orada burada insanlar vardı ama bunları birleştiren merkezi bir faaliyet yoktu ve kuru kalabalıkla da örgüt olmazdı. Ben ayrıldığım için örgüt bitmedi, örgüt zaten bitmenin eşiğindeydi. 

Aynı anlayış bir dönem İbrahim Yalçın’da da vardı. Örgütü Muhabaratçı tiplerin elinden kurtarmaya çalışıyordu ama olan bir şey kurtarılır; gerçekte ise örgüt yoktu. 

1981 yılı başlarında Suriye’de iken örgütün ilk ve son programını yazdım ve İngilizceye çevrildim. 2006 yılında aynı program duruyormuş. Düşünün, sosyalist blok dağılmış, neo liberalizm zafer kazanmış, Türkiye’nin konumu değişmiş ama program değişmemiş. Bu durumda örgüt olsa ne olur!

“Bu pisliğin içinde kalmayacağım, bu suça ortak olmayacağım” dedim ve gittim. Orada kalmak kaçınılmaz olarak pis ilişkilere bulaşmak ve dahası tanınan bir kişi olduğum için bunlara meşruluk kazandırmak anlamına gelirdi. Bunu yapmadım.

İkincisi: Bazı arkadaşlar, ayrıldıktan yaklaşık 25 yıl sonraki benle, orada kalmış olsaydım ortaya çıkacak benin yaklaşık aynı olacağını düşünüyorlar ama bu açık bir yanılgıdır. Kalsaydım, başka mahzurları bir tarafa, ne Avrupa’daki mücadelede Paris’ten sonraki başarıyı devam ettirebilirdim ne de ülke içine yönelik işler yapabilirdim. Yaptırmazlardı! 

Paris’e gelen iki merkez komitesi üyesinin başlıca işi bana mümkün olduğu kadar engel olmaktı. Uğraşarak bunları aşabilirdim ama anlamsız bir zaman ve enerji israfı olurdu. Bu tiplerin ikisi de yaklaşık 30 yıldır Paris’te yaşarlar, ikisini toplayıp onla çarpın, gösterdiğim performansın beşte birine bile ulaşamazlar. 

1987’de Paris’e geldiğinde İbrahim Yalçın’a da benzerini söylemiştim: Masa örtüsü nasıl masayı gizlerse, bunlardaki örgüt de yaptıkları pis işleri gizliyor. Örgüt olmadığı gibi bunlar siyasi insanlar değiller. Siyaset başka şeyleri gizlemenin aracı olarak kullanılıyor.

Önce inanmadı, sonra kendisi de görecekti. 

Üçüncüsü; eski çevremizin dışından gelen bir eleştiridir: İnsan kurduğu örgütü bırakıp gider mi, bu nasıl iş?

Kolay olmadı tabii ama sonuçta neden olmasın? 

Bir kere bu örgüt benim ilk örgütüm değildi, ilk örgütüm Mahir Çayan’ın THKP-C’sidir. Yönetici konumda değildim ama sempatizan da değildim, önemli görevler üstlendim ve yerine getirdim.

Ek olarak, TKP’nin tek örgüt olduğu yıllarda yaşıyor olsaydım, gidecek yer olmadığı için gidemezdim. Halbuki 1965 ve hele de 1980 sonrasında gidilebilecek çok yer vardı. Sosyalist harekette şu veya bu düzeyde varolan örgüt sayısı yaklaşık 100 kadardı ve bunların tamamının da benimkilerden çok uzak görüşlere sahip olması herhalde mümkün değildi. Kaldı ki yeni örgüt bile kurulabilirdi, sonuç alınamazdı, ayrı konu…

Eğer kuruluşunda ön planda rol oynadığınız örgüt, kurduğunuz örgüt olmaktan çıkmışsa ve bunu engelleyemeyeceğinizi de düşünüyorsanız, orada kalmaya devam etmek çaresizlikten başka bir şey değildir. İnsanın her yerde kendini yeniden üretebilmesi gerekir. Önceki yazıda da sözünü ettiğim gibi bunun politik intihar gibi bir tehlikesi de vardı, gittiğiniz yerde kaybolabilirdiniz ve bunu da artıkk göze alacaksınız.

Burada başka bir soru ortaya çıkıyor: insanlarımız neden bu kadar uzun süre yalan ve palavradan başka şey üretmeyen bu herife inandı, aksi yönde yapılan açıklamaları ise dikkate almadı? Haydi bana inanmadınız diyelim, ardımdan Paris’e gelen Aydın ve Hakan –Müntecep’in katledilmesinin ardından kaçırılıp rehin alınan iki kişi- örgütün Muhabarat’ın sosyalist hareket içindeki uzantısı durumuna geldiğini daha somut olarak açıkladılar. Onlar benden fazlasını görmüş ve yaşamıştı. 

Bu durumda inanmanız için 10-15-20 yıl beklenilmesi mi gerekiyordu?

İnsanların yalan ve palavraya uzun süre inanmasının nedeni, geçmişteki büyüklüğü sürdürme isteğidir. Biz ismi cisminden çok büyük olan ve bunu da ayrı özellikleriyle sağlayan bir yapıydık. Farklı gelişme çizgisi bize bunu sağlamıştı, başka faktörler de vardı ama asıl belirleyici olan bu farklı gelişme çizgisiydi. 

Teoriye baştan beri önem verdik ve eylem çizgimiz de farklıydı.

1977’de hapise girmemin ardından bu farklılık büyük oranda bitti, yine bir şeyler yapıldı ama durum eskisi gibi değildi ve sosyalist hareketin gelişme çizgisinin gerisine düşmüştük.

Benzer bir çizgiyi Paris’te de sürdürdüm. Yürüyüşlere katılmak, salon toplantıları yapmak, bildiri dağıtmak, gece yapmak; bunları biz de yaptık ya da herkesin yaptıklarından farklı bir şey yapmamış oluyorduk. 

Bunun dışında Paris ev işgallerini yaptık ve örgütün o dönemde alameti farikası bu eylem oldu. Diğerleri kaybolup gidebilir, ama aynısı bunun için söz konusu değildir.

Almanya’ya gittiğimde bu kez başka bir yapı içinde aynısını yaptım. Avrupa dergisi az sayıda örgüt tarafından çıkarılıyordu ama bu alanda tek değildik. Emek’in dışında birkaç örgütün daha Avrupa dergisi vardı. Bunun dışında biz de herkesin yaptığı faaliyetleri; gece düzenlemek, toplantı yapmak, bildiri dağıtmak, panel düzenlemek yaptık. Ek olarak Yazın gibi benzeri bulunmayan bir dergi çıkardık ve 27 yıl sürdürdük. 1990’lı yılların ikinci yarısında TKEP sönümlendikten sonra da bu dergi yaklaşık on yıl daha yayınını sürdürdü. 

Bu tür faaliyetler size farklılık ve unutulmayan bir isim sağlar. 

Eski ilişkiler içinde yalancının mumu yatsıdan çok sonrasına kadar yandı ama sonunda söndü. Performans olmadan yalan ve palavrayla daha fazla gidilemezdi ve bana sorarsanız çok bile gidilmişti. 

Eski insanlarımız geçmişin büyük isminin bir şekilde sürdüğünü düşünüyor, buna inanmak istiyordu. Görmek istemeyene bir şey gösteremezsiniz ama gerçekler inatçıdır ve hele de alternatif varsa… 

Benzer durum diğer sosyalist hareketlerde de vardır. Devrimci Yol bunun tipik örneğidir. Geçmişte ne kadar büyük olduklarını, o büyüklük uzun zamandır kalmamış bile olsa, sürekli tekrarlarlar. Olmayan bir şeyden kuvvet alacaklarını düşünüyorlar herhalde… 

Böyle yaparak kendinizi bir süre rahat hissedebilirsiniz ama buradan çıkış olmaz. 

Yeni dünyayı, bölgeyi ve ülkeyi anlamaya ve üretmeye çalışın…

Birkaç hafta sonra 12 Eylül 1980’in üzerinden 38 yıl geçmiş olacak…

Bugüne kadar hâlâ uyanmamış olanları uyandırmak artık mümkün değildir. 

İşimize bakalım…







MÜNTECEP KESİCİ VE 1982 AYRILIĞI (2)

Engin Erkiner 


1982 yılının yaz aylarına doğru Leninist Konferans toplantısı yapılacaktı. Herif yaptığı işe süslü isim takmadan duramazdı. Konferansa katılanlara yönelik olarak –kimler katılacaksa artık- herifi ağır şekilde suçlayan bir mektup yazdım. Teorideki saçmalamalarından başladım, keyfi kararlar almasından çıktım. O sırada saçma sapan bir yazı gelmişti ve dağıtılması isteniyordu. Temel mücadele siyasi mücadeleymiş ama biz buna silahlı propaganda diyormuşuz!

Böyle bir saptamaya maskaralık bile denilmezdi. Amaç belliydi, insanları kandırmak. 

THKP-C’nin belirleyici görüşlerinden bir tanesi silahlı propagandayı temel mücadele tarzı olarak benimsemesiydi. Belirlemenin arkasından dolaşıp adına başka bir şey deniliyor ve bu da siyasi görüşmüş gibi sunuluyordu. 

Böyle bir komediye ortak olmam mümkün değildi. Silahlı propagandayı kabul etmeyebilirsiniz, anlaşılabilirdi ama böyle bir maskaralık anlaşılamazdı. 

Yazdığım mektuptan olumlu bir sonuç beklemiyordum ama bu önemli değildi, önemli olan “ben bu çizgide yokum” mesajını açık olarak iletmekti.

Fransa’da ilticam kabul olmuş ama pasaportum henüz gelmemişti. Almanya’dan da sürekli olarak çağırıyorlardı, ancak pasaport çıkınca gidebildim. 

Almanya’da örgüt dedikleri yapı Adana ve Hatay’daki örgüt yapıları gibiydi, büyük abartma vardı. Sayı önemli değildi, kimse ne yapacağını bilmiyordu. Paris’teki ev işgallerini Hürriyet’ten okudukları ve ek olarak ellerine ulaşan Tek Yol Devrim dergileri ve Ev İşgalleri Özel Sayısı’nı da bildikleri için büyük ilgi vardı. Onlara bulundukları alanda ne yapabileceklerini anlattım. Bulunduğu alanda ne yapacağını bilmiyorsa, orada örgüt yoktur. 

Benzer bir durumu Paris’te işgal evlerinde haftalardır yaşıyorduk. Kimisi Devrimci Sol’dan kimisi İstanbul’da Üçüncü Yol olarak bilinen örgütten insanlar geliyordu. Kalacak yerleri olmadığı için işgal evlerinde kalıyorlardı. Bu konuda sorun yoktu, evlerde devrimci olan herkes kalabilirdi ve hiç durmadan THKP-C çizgisiyle silahlı propaganda tartışıyorlardı. Kimseyi ikna etmeleri mümkün değildi çünkü biz Fransa’da silahlı propaganda yapılamayacağı görüşündeydik ve bunu da temellendirebiliyorduk. Mahir Çayan bu mücadele biçimini devrim öncesi Küba, Latin Amerika ülkeleri ve o dönemin deyimiyle geri bıraktırılmış ülkeler için öngörmüştü; Fransa, Almanya, İngiltere vb. ülkeler için öngörmemişti. Dolayısıyla Fransa’da silahlı propaganda lafı etmek aslında gevezelik yapmaktan başka bir şey değildi. Ek olarak, burası için de savunuyorsanız, yaparsanız; sizi tutan yok!

Almanya’ya gitmemin duyulması Suriye’dekilerde müthiş bir paniğe yol açtı. Önceden de gördüğüm gibi, korku dağları bekliyordu. Hiç tanımadığım bir ülkeye iki günlüğüne gidip gelmem bile paniğe neden olmuştu. 

Heriften telefon geldi, “Sorumlu yoldaş (Hanna Maptunoğlu) hemen dönecek, gitmene hiç gerek yok artık” diyordu. Sanki ona soran vardı; yeniden çağrılınca tekrar gittim. Sözüm ona burada iki-üç yıldan beri örgüt vardı, gerçekte bir insan grubundan başka bir şey bulunmuyordu. Konuştuğum insanlara hiç kimseyi kötülemedim; ne gerek var, o alanda ne yapılması gerektiğini konuşuyordum.

Bu seferki panik iyice büyüktü. Gittiğim her eve heriften telefon geliyor, beni istiyor ve hemen Fransa’ya dönmemi istiyordu. “İşim bittiği zaman dönerim” dedim. Sanki soran vardı?

Bu iş bitmişti, öyle görünüyordu. Bitiş biçimini Avrupa’ya gelecekleri bildirilen iki merkez komitesi üyesinin tutumuna göre belirleyecektim. Tahmin ediyordum ama bekleyelim bakalım…

Leninist Konferans aday olmadığım halde beni de merkez komitesine seçmişti. Ne kadar kızsalar da beni dışarıda bırakmayı gözleri kesmiyordu. Sonuçta varolan yapının en tanınan insanıydım ama başka şeyler olacağını bekliyordum. 

Merkez Komitesi olarak belirlenen insanlar tam bir kepazelikti. 

Biraz bekleyelim bakalım…

İki kişi önce Almanya’ya geldi, konuştuğum herkesle konuşup özeleştiri almaya çalıştı ve ben her şeyden haber alıyordum. Sonra Paris’e geldiler. Üç kişi oturduk. Önüme alabildikleri özeleştiriler koydular. Bakmadım bile… Bu sefer benden yazılı özeleştiri istediler. “Güldürmeyin insanı” dedim. “O zaman ayrılırız” dediler. “Gayet tabii…” dedim.

Dışarı çıktık. “İşgal evlerine gitmek istiyoruz” dediler. “Madem ki ayrıldık, yolunuzu kendiniz bulun” deyip gittim.

Bu iş hızlı bitirilmeliydi. Yok efendim ben merkez komitesinde tek başıma imişim; kim takar sizin merkez komitenizi? Bu tartışmalara girmeyecektim… Önemli olan alana hakim olmaktır; istersen Bolşevik partisinden gel, buna karşı hiçbir şey yapamazsın. 

Beklediğim gibi oldu. İnsanlar bir yıldır teorisiyle pratiğiyle beni tanıyordu, büyük çoğunluk ayrıldı. Kalanlar da beni ilgilendirmiyordu. Karar verilir, gereken adım atılır, sonra da arkaya bakılmaz…

Kanada’daki Belma ile arada bir telefonlaşıyordum. Bu işin bittiğini bildirmek için telefon ettim. Başka kanaldan biliyormuş. “Sen tek mi kaldın?” diye sordu. “Tek değilim ama öyle bile olsa ne olur ki?” dedim. “Sen tek kalırsan büsbütün girersin, biliyorum” dedi. 

Kadın karakter olarak tanıyor, beni tek bırakarak bir şeyden vazgeçirmek mümkün değildir. Tek değilim, orası da ayrı konu…

Daha önce ne yapacağım konusunu kafamda tartmıştım. 

Bu insanlarla birlikte kalınmazdı. Arada bir Suriye’deki Aydın ile görüşüyordum. O ve Müntecep bir süreden beri açık muhalefet yapıyorlardı. Bana anlattıkları, Muhabarat örgütü olma konusunda önemli adımlar atıldığı yolundaydı. Buna açıkça karşı çıkıyorlardı ve bu konuda en çok kızılan insan Müntecep’ti. Hem Arap hem de Nusayri kökenliydi ama Suriye devletinin istihbarat örgütüyle birlikte çalışmayı, giderek onun hizmetine girmeyi kesin olarak reddediyordu.

Tercih edilebilecek iki yol vardı: ayrı bir örgüt kurmak ya da en yakın örgüte geçmek…

Ayrı örgütü tercih etmedim çünkü neyi kurtaracaktık? Örgütün Türkiye’deki durumunu biliyordum, İstanbul yakalanmasıyla birlikte fiilen bulunmuyordu. Orada burada ilişkilerin bulunması örgütlü yapı anlamına gelmezdi. Hapisten kaçtıktan sonra bir ara Çorlu ve Çanakkale’ye gitmiş, ardından oradaki ilişkiler hakkında İbrahim’e bilgi vermiştim. Bir grup insanla  ilişki vardı ama buradan örgütlü yapı çıkar mı çıkmaz mı, bilinmezdi.  

Hatay’dan Suriye’ye gelenleri de biliyordum. Aklı başında birkaç kişi dışında bir bölümü çocuktu, bir bölümüne ise politik denilemezdi. Her örgütte olduğu gibi bizde de öylesine gelmiş tipler vardı.

Sayı olarak bakılırsa Paris, Almanya, Suriye ve Türkiye’deki ilişkilerle 100-150 kişi kadar vardı ama çok sallantılı bir durumdu. Buna güvenerek yola çıkılmazdı. Ek olarak önümde büyük bir alanın açıldığını hissediyordum. Somut olarak nedir diye sorulsa cevap veremezdim ama sezgilerim iyidir. 

Aydın ile uzun bir telefon konuşması yaptım. Onlar ayrı bir örgüt kurulacağını ve benim de başına geçeceğimi düşünüyorlardı; bunu düşünmediğimi ilettim. Bize yakın bir örgüte gitmek en iyisiydi. Zaten TKEP ile aramızda ittifak anlaşması vardı, neden olmasın?

Lazkiyeli Muhabarat bu konularda salağın birisi olduğunu hemen gösterdi. Ben çekilince bu arkadaşlar da ne yapacaklarını bilemediler ve biraz da zorunlu olarak beni izlemeye karar verdiler (tahmin ediyorum). Normal olarak ikircimli durumu bozmamak için bu insanlara yumuşak yaklaşılır, ama herif benim politik tercihimi duyunca iyice panikledi ve saldırdı. Birkaç gün sonra Müntecep öldürüldü, Aydın ve Hakan da kaçırılarak rehin alındı. 

Politik örgüt değil mafya mübarek… 

Bir yıl sonra TKEP’teki bir toplantıya katılmak için Suriye’ye gittiğimde, orada şunu söyleyeceklerdi: “Müntecep’i kaç kere uyardık, dikkat et bunlar seni öldürecek, dedik. Dinlemedi.”

Herifin politik salaklığı sayesinde bunlarla çelişkisi olan herkes benimle birlikte tavır almak zorunda kaldı. Gidebilecekleri başka yol bırakmazsan olacağı budur…

Uygun politik taktik geçici olarak da olsa başka bir yolu açık bırakmaktır ama büyük korku paniği getiriyor, panik de insanda akıl bırakmıyor…

Suriye’deki muhalefetin bu derece geliştiğini tahmin etmemiştim. Her şeyi izlemişler. Mesela Muhabarat çetesini beni yakalatmakla suçlamışlar. Tamamen doğru, bir Avrupa ülkesinde yakalanmam için ellerinden geleni yaptılar, başarılı olamadılar orası ayrı…

Orada muhalefet eden arkadaşlar bir süre sonra serbest kalıp Paris’e geldiler. Aynen şunu söyledim: “Bu insanlarla uğraşmayın, kendinizi geliştirmeye çalışın… Bu ayrılığın altından kalkamazlar, en fazla beş yıllık ömürleri kaldı…”

Beni görevli olarak Almanya’ya gönderdiler. Şimdi yapılacak olan hızlı bir şekilde başarı kazanmaktı. Herkesin “ne yapacak?” diye beni izlediğini biliyordum.

Paris’ten ayrılmadan önce tanıdığım bir arkadaş; çok tehlikeli bir iş yaptığımı, sonunun politik intihara kadar varabileceğini söyledi. Sanmıyorum ama olabilir, dedim. Bir silahlı mücadele hareketinin en tanınan kişisi olarak başka bir örgüte gidiyorsunuz ve doğal olarak daha alt kademeden başlıyorsunuz. Pekala kaybolup gidebilirsiniz de… 

Altı yıl sonrasına atlayayım…

1988 sonunda İbrahim Yalçın’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda kişi Paris’te örgütten ayrılacaktı. Eğer gittiğim yerde başarılı olmasaydım, bu insanlar biraz zor ayrılırdı. Almanya’ya geldikten üç ay sonra partinin Avrupa yayın organı Emek aylık olarak çıkmaya başladı. Ardından partinin sempatizan kitlesinin üçte ikisiyle bağımızı kestik. Hem pis işlerle uğraşıyorlardı hem de bu insanlardan bir şey olmazdı. Yeni insanlar gelmeye başladı.

Bir alanı tanımıyorsanız, öğreneceksiniz. Sizden önce burada çalışanlar ne yapmışlar, öğreneceksiniz. İki örgütün, Devrimci İşçi ve FİDEF bu konuda görüşleri vardı. Çıkmış bütün yayınlarını okudum. FİDEF’in Almanya ili ilgili konferanslarına gittim. Konferanslar herkese açıktı ama katılanlar arasında TKP’li olmayan sadece ben vardım, tanıyorlardı tabii ve garip bakıyorlardı. 

Öğrendiklerimi yeni kurulan Almanya Komitesi ile konuşup tartışırdım, kendi çizgimizi belirlerdik. Daha önce üretilmiş her şey öğrenilmeden çizgi belirlenmez. 

İki kişi Direniş Dergisi’ni çıkarıyordu ama bir süre sonra yürütemeyeceklerini bildirdiler. Aldık, adını Yazın yaptık, önemli bölümü Almanya’ya ilticacı olarak gelmiş Türkiye’nin aydın ve entelektüel kadrosunu yazı kadromuza çekmeye çalıştık. Boşluğu iyi görmüştük, bu insanların sol ama bir örgütün propagandasını yapmayan kültürel yanı ağır basan bir yayın organında görüşlerini ifade etmeye ihtiyacı vardı. 

O sırada Aydınlar Bildirisi açıklanmıştı. Buna destek olmak için kurulan komiteye girdim ve örgüt adını hiç karıştırmadan epeyce iş yaptım. İnsanlar zaten biliyor, örgütü gözlerine sokmanın ne gereği var?

Bu sırada TEKP’te TKP ayrılığı yaşandı. Merkez Komitesi’nin yarısı gitti ama tabanda pek ilişki bulamadılar. Bu dönemde partiyi tutan üç örgüt vardı: Ortadoğu komitesi, İstanbul ve Almanya… Almanya,  Paris ve İsviçre’de olan ilişkilerin büyük bölümünü tutuyordu. 

1988’de yaşanan büyük ayrılıkla örgüt bitti, aslında daha önce bitmişti ama bu sefer gerçekten bitti. Bir yıl sonra 1988’in kötü bir zaman olduğu ortaya çıkacaktı çünkü 1989’da Orta ve Doğu Avrupa’daki sosyalist iktidarlar yıkılacak ve 12 Eylül sonrasında yaşanan devrimci hareketteki toparlanma ve yükselmeye başlama çizgisi büyük darbe yiyecekti. 

1982-1988 arasında yaptıklarımı eğer 1988’de ayrılsaydım, yapamazdım. O dönemi iyi yakaladık. Buradan yaklaşık 20 yıl sonrasına atlayacağım…


Sürecek…






MÜNTECEP KESİCİ VE 1982 AYRILIĞI (1)

Engin Erkiner 


Müntecep Kesici’nin infaz edilmesi 1982 ayrılığından ayrı olarak düşünülemez. Bu yazı dizisinde 1982 ayrılığının öncesini ya da buna götüren olayları anlatacağım. Bunların bir bölümünü daha önce anlatmıştım ama bu kez tamamını anlatacağım. En az iki yazı sürer herhalde…

Önceki yazıda da belirttiğim gibi Müntecep Kesici devrimci hareket içinde ülke dışında infaz edilen ilk isimdir. Müntecep Kesici’nin başka bir özelliği daha vardır ve bu özellik örgütü Muhabaratlaştıranların hışmını özellikle üzerine çekmesi için yeterliydi. Müntecep Arap kökenliydi ama örgütün Suriye’de Muhabaratlaştırılmasına açıkça karşı çıkıyordu. Müntecep’i ilgilendiren devrimcilikti, Arap kökenli olmak değil… Halbuki örgütü Muhabaratlaştıran çete Arap kökenli olanların yanlarında yer alacağından emin gibiydi, ama olmuyordu. 

Suriye’de çok az kaldım (1980 Aralık ayı sonundan, 1981 yılı Nisan ayı sonuna kadar). Bu kısa zaman içinde bile bazı şeyleri açık olarak görebilmek mümkündü.

İlk olarak, gelmeden önce Adana ve Hatay örgütlerinin bir bölümünü görmüş ve bu bölgedeki örgütlenmenin aşırı derecede abartıldığını anlamıştım. Suriye’ye geldikten kısa süre sonra aralarında İbrahim Yalçın’ın da bulunduğu yoldaşlar İstanbul’da yakalanınca, ülkede dışarıda belirli bir düzeye sahip neredeyse kimse kalmamıştı denilebilir. 

İkincisi; Suriye’de tam bir tecrit durumundaydım. Belirli kişiler Arapça kursuna gidiyordu, ben hariç… Değişik kişiler zırt pırt Kırdaha’daki Cemil Esad’ın yanına gidiyordu, ben hariç… Acayip korkuyorlardı, bunu hissetmemek mümkün değildi. Arapça öğrenmemi, çevreyi ve ilişkileri tanımamı kesinlikle istemiyorlardı. 

İstanbul’da iken “hapisten kaçtı başımıza bela oldu” söylemini duymuştum. İstanbul’da fena halde aranmama ve ardından da başkalarıyla birlikte benim hakkımda da “vur emri” çıkmasına rağmen, boş durmadığımı ve İbrahim ile yaptığımız işbölümü gereği İstanbul dışında yerlere gittiğimi duyuyor olsalar gerekti. 

Üçüncüsü; Bassit köyünde kaldığımız eve sürekli olarak sivil tipler geliyordu. Arapça bilmiyordum ama polis olduklarını anlamamak mümkün değildi. Hepsi Ali’yi (Mihrac) soruyordu ve neler döndüğünü anlamamak mümkün değildi. Korkunun nedeni anlaşılıyordu. İngilizce biliyordum ve bu dil her yerde geçerliydi. İlişkileri tanımamı istemiyorlardı. 

Suriye’de bir şey yapmanın mümkün olmadığına karar verdim. Kafamda “bu insanlarla bir yere gidilmez” düşüncesi somutlanmıştı. Öncelikle ayaklarımı yere basmam ve bunun için de ilk fırsatta buradan gitmem gerekiyordu. 

Fırsat tahminimden daha hızlı ortaya çıktı. Fransa’dan Süleyman isimli bir arkadaş gelmişti ve oraya bir kişinin gelmesini istiyordu. Hemen gitmek istedim. Sonraki yıllarda Türkiye’den beri Muhabarat elemanı olduğunu ortaya çıkardığımız bu herif de gitmemi istiyordu ve bunun nedenini Şam’da birkaç örgütle yaptığımız toplantılarda görmek mümkündü. Kendini göstermek için benden birkaç kat fazla konuşuyordu ama karşıdakiler söz aldıklarında herkes bana bakarak konuşuyordu. Bunu ciddiye alan yoktu. Gitmem farklı nedenlerle ikimizin de işine geliyordu.

Uçak bileti alındı ve gitmemden bir gün önce pasaportum geldi. Pasaport “ben sahteyim” diye bağırıyordu. Bu pasaportla normal olarak gidilmezdi ama ne olursa olsun gidecektim. Paramız az gerekçesiyle pek para da vermediler. Tartışmanın gereği yoktu, para olduğunu biliyordum. Herif uyuyunca açtım cüzdanını gerektiği kadar aldım. Kendinden o kadar emindi ki yıllar sonra açıklayıncaya kadar hiç farkına varmamış… Kararı verdim, gideceğim, bu kadar!

Paris’e kadar olan maceralı yolculuğumu daha önce anlatmıştım. İsviçre’ye İngilizce bilmem sayesinde rahatça girdim, pasaporta bakmadılar. Bir hafta kadar sonra arabayla gelip beni götürmesi gereken Süleyman’ı beklerken gardaki olağan bir polis kontrolünde pasaportun sahte olduğunu hemen anladılar. Tutuklandım. Kendimi Filistinli olarak tanıttım ve iyi İngilizce bildiğim ve onlar için de kolay olduğu için İngilizce çevirmen tuttular (iyi ki de böyle oldu, yoksa Arapça bilmiyordum). Bir ay içinde 4 ya da 5 kere sorgu hakimi tarafından ayrıntılı olarak sorgulandım. Onların derdi buraya eylem yapmaya gelmiş olmamdı. Neyse ki Süleyman’ı beklediğim günlerde Fransa konsolosluğuna gidip vize başvurusu yapmıştım. Olmayacağını biliyordum ama yapmıştım. Bunu ispatlamam tabii çok işime yaradı. 

“Bir ülkede bir şey yapmak için sahte kimlik taşımakla transit geçmek için sahte kimlik taşımak birbirinden farklıdır” söylemim hakimi etkilemiş olacak ki biraz erken tahliyeme karar verdi. Bu arada bana tahsilimi sordu. Üniversite desem hangisi olduğunu soracak, Ankara’da ODTÜ’yü söylesem Türk olduğum mümkündür ki ortaya çıkabilir, liseden terk olduğumu söyledim. Tercümana Almanca olarak “söyle ona, bu mümkün değil” dedi. Ardından ekledi: “Siz bir kanun maddesinin farklı yorumları olabileceğini biliyorsunuz, lisede bunu öğretmezler.” 

Ne yapayım, özel eğitim gördüğümü falan söyledim, adam inanmadı ama bıraktılar. 

Sahte pasaporta tabii İsviçre polisi el koydu. Pasaportsuz olarak Paris treninde pasaport kontrolünden de geçerek yolculuk yaptım. Tipim zaten İngilizlere benziyordu, İngilizcem iyiydi ve beni ülkesine dönen ama pasaportunu kaybetmiş İngiliz sanıyorlardı. Fransız polisi bir şey demedi, benim de canıma minnet…

1981 yılı Haziran ayının başlarında bir gün Paris’e indim. Param neredeyse bitmişti ama son kalanıyla gittim bir otelde yattım. Bu kadar maceradan sonra önce uyumak gerekiyordu. 

Elimde bir isim ve bir semt adından başka bir şey yoktu. Tek kelime Fransızca bilmiyordum ama İngilizcem sayesinde semti buldum. Kocaman bir yer, bu ismi nerede bulacağım? Akşama kadar çaresiz dolaştım, para da yok üzerimde kimlik de yok ve ne yapacağımı bilmiyordum. 

Bir gazete bayisinde Hürriyet gördüm. Demek alan vardı ki satılıyordu. Orada bekledim ve gazete alan kişiye de hemen aradığım adamı nerede bulabileceğimi sordum. İsmi şimdi bile hatırlıyorum, Şefik ve konfeksiyon atölyesi var. Hepsi bu kadar!

Adam “Orada çalışıyorum” demez mi… Birkaç yüz metre ilerdeki bir bina içindeki atölyeye giderken bir sokağa girdik, karşıdan birkaç kişi geliyordu ve birisi Süleyman’dı. 

Hayatımda bütün zor zamanlarda yardımcı olan şansım yine aynısını yapmıştı.

Hemen o gece birkaç kişiyle oturup konuştuk. Süleyman dahil hepsi sempatizan denilebilecek düzeydeydi. 

Bir yıl sonra, Haziran 1982’de Paris’te Devrimci Yol ve Halkın Kurtuluşu’ndan sonra üçüncü büyük harekettik. Sayımız artık yüzün üzerindeydi ve o günün koşullarında kitle örgütü sayılıyorduk. 

Bu süreç içinde Suriye’de Aydın ile sürekli mektup ilişkisi kurdum. Orada Müntecep ile birlikte izlenen çizgiye karşı muhalefet ettiklerini öğrenmiştim ama ayrıntıyı bilmiyordum. 

Bu bir yıl içinde “Tek Yol Devrim” adlı dergi çıkardık, Türkiye ve Fransa basınında yer alan apartman işgallerini yaptık. İbrahim Yalçın ev işgallerini Hürriyet’ten okuduklarını ve çok sevindiklerini yıllar sonra Paris’e geldiğinde söyleyecekti. Derginin Ev İşgalleri Özel Sayısı’ndan bir bölümünü Suriye’ye gönderdim. Çok iyi bir politik çıkış yapmıştık ve demek ki Avrupa’da sanılanın aksine bir şeyler yapılabilirmiş…

Ayaklarımı artık yere basmıştım ve ortaya çıkan gelişmeler bu tiplerle daha ne kadar birlikte yürüyebileceğimi yeniden düşünmeme neden oldu. 


Sürecek…

VE AĞUSTOS AYI GELDİ

Engin Erkiner 


Ağustos 2018 www.enginerkiner.org ’un onuncu yılı oluyor. Bu site sadece kendi örgütsel tarihimiz açısından değil genelde devrimci hareket için de iyi bir iş başardı. Kendimizi bir yana koyalım. Suriye gizli servisi Muhabarat’ın devrimci hareket içinde örgütlenmesini engelledik. Hepimiz eskiden beri MİT’in devrimci hareket içine elemanlar soktuğunu düşünürdük ve bu doğruydu da. Lakin, hiç birimizin aklına Muhabarat gelmezdi!..  

1982’den başlayarak aklımıza geldi daha doğrusu gelmedi gördük. 1980’li ve 1990’lı yıllarda bu Suriye’de yaşamak zorunda kalan Türk ve Kürt devrimciler Muhabaratlaşan bir örgütü, Acilciler’i ve kendini “genel sekreter” ilan etmiş şahsı gördüler. Aradan yıllar geçti, konu unutulur gibi oldu. Ama 2008’den başlayarak ilgili şahsın sadece Muhabarat değil MİT bağlantısını da açığa çıkardık. 

Konuyla ilgili olarak öncelikle benim ve İbrahim Yalçın’ın yazılarının yanı sıra başka arkadaşların yazıları da bu siteden okunabilir. 

Konuyla ilgili çok sayıda yazı var ama bana sorarsanız en harika yazı İbrahim’indir. MİT Marmara Bölge Başkanı Osman Nuri Gündeş emekliliğinde anılarını yazar ve Acilciler içine “elemanlar” (çoğul konuşuyor!) soktuklarını açıklar. 

“Genel sekreter” Lazkiyeli Muhabarat hemen kitabın ilgili bölümünü kendisinin ve Ali Fuat’ın adını çıkararak yayınlar. Ne kadar kurnazca bir çaba, değil mi! İbrahim kısa sürede kitabın orijinalini buldu ve gerçeğini yayınladı. Sitenin arama bölümüne Osman Nuri Gündeş yazarak ilgili yazıları bulabilirsiniz. 

Başka kanıta gerek yok aslında, bu bile yeterdi ama ilgili şahsın Mart 1978’de yakalandığında MİT ile işbirliği konusunda başka kanıtlar da vardı. 

Onuncu yıl vesilesiyle yayınlanacak yazılarda bilinenleri tekrarlamayacağım, o yoğun çabanın arkasındaki bazı bilinmeyenleri anlatacağım.

Sizler de mesela bu site hayatınızda nasıl bir değişikliğe neden oldu, bunu anlatabilirsiniz… Veya anlatabileceğiniz başka konular da olabilir…

Bu konuda yazılacak yazılar www.ibrahimyalcin-paris.blogspot.com sitesinde yer alacaktır. Başlangıç bu sitede [ www.enginerkiner.org ] olacak, devamına bağlantı verilecektir.

İkinci konu Müntecep Kesici ile ilgilidir. Müntecep’in örgüt içi infazda hayatını kaybetmesi kendi başına bir olay değildir. 

1982 yılının yaz aylarında Avrupa’da ve Suriye’de birbirinden bağımsız gelişen iki muhalefet vardı. İçinde benim de bulunduğum Avrupa kanadı Ağustos ayında açık adım attı ve ayrıldı. Bu aynı zamanda 12 Eylül sonrasının ilk büyük ayrılığıydı ve duyulmaması mümkün değildi. Suriye’de daha önce Günay Karaca da muhalefetten olduğu gerekçesiyle öldürülmek istenmişti. Ayrılık somutlaşınca provokasyonlarına hız vereceklerdi. 

Bu süreci anlatacağım. Müntecep’i Antakya’dan tanıyanlar ve ek olarak bu süreci Suriye’de yaşayanlar da konuyla ilgili olarak yazmalıdırlar… 

Bu yazılar da  www.muntecep-kesici.blogspot.com  adresinde yer alacak. Yazıların sadece başlangıçları sitede yer alacak ve tamamı için ilgili bloga bağlantı verilecek.





MÜNTECEP KESİCİ

Engin Erkiner


Blogu facebook veya bu site [ http://enginerkiner.org ] üzerinden açamazsanız, bazen böyle olabiliyor, adresi kopyalayıp açabilirsiniz. 

Müntecep Kesici Acilciler için özel bir isimdir ama bu özellik bizimle sınırlı değildir. Müntecep Kesici 12 Eylül 1980 sonrasında örgüt içi infazda hayatını kaybeden ilk devrimcilerden birisidir. 

1974-1980 döneminde devrimci hareketin önemli özelliklerinden bir tanesi de sol içi çatışmaydı. Sol içi çatışma derken devrimcilerin birbirini öldürmesini kastediyorum. Çok sayıda yaralıyı hesaba katmıyorum. 

Sol içi infaz iki çeşitti. Devrimci örgütün başka bir devrimci örgütten kişiyi infaz etmesi veya aynı örgüt içinde infaz yapılmasıydı. 

12 Eylül 1980’den kısa süre sonra gerçekleşen ilk infaz Adana’da Ali Çakmaklı’nın öldürülmesidir. Öldürenler Acilciler’dendi. Ali Çakmaklı rakip örgüttendi (HDÖ). Bundan kısa süre sonra HDÖ içinde Nebil Rahuma infaz edilecekti. 

12 Eylül sonrasında infazlar duraklar gibi oldu ama bitmedi. Ek olarak, ülke dışında da sürdü. Müntecep kesici ülke dışında soldaki ilk örgüt içi infazdır. Örgüt çizgisine muhalifti ve hazırlanmış bir provokasyonla katledilecekti. 

Bu cinayeti daha da önemli kılan, yeni kurulmuş Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC)’nin devrimciler arasındaki şiddeti örgütün ilk sayısındaki yayın organında kınamasının hemen ardından gerçekleşmesiydi. 

FKBDC kurulmasının ardından, hem kuruluşunu duyurmak ve hem de önemli konulardaki görüşlerini açıklamak amacıyla az sayfalı bir dergi çıkarmış ve kuruluşunu duyururken de devrimciler arasındaki şiddeti kınamıştı. 

FKBDC sekiz örgütten kurulmuştu: Devrimci Yol, PKK, TKEP, İşçinin Sesi, Acilciler, Devrimci Savaş, TEP ve Kıvılcım. 

Suriye’de kurulduktan kısa süre sonra gerçekleşen bu örgüt içi infaz önce kaza olarak gösterilmeye çalışılır. Bu konuda açıklama yapan bildiriyi hatırlıyorum ve gülünç bile değildi. “Havaya taş attık, taş kuşa çarptı, kaza oldu, kuş öldü” türünden bir açıklamaydı. 

FKBDC bu açıklamaya inanmayacak ve ilgili örgüte ihtar cezası verecekti. 

Müntecep’i çok kısa tanıdım. Antakya’daki dönemini bilmiyorum. Suriye’de kaldığım dört aylık süre içinde (Aralık 1980 sonundan 1981 Nisan sonuna kadar) tanıdım. 

Düşüncesini açıkça söyler ve gerektiğinde sert sözlerle savunurdu. 

Örgütün Cemil Esad ile işbirliği içinde Muharabatlaşmasına (Muhabarat, Suriye gizli servisinin adıdır!) şiddetle karşı çıkıyordu. 

Zafer adlı ne işe yaradığını kimsenin anlayamadığı bir merkez komitesi üyesi kendisini ikna etmekle görevlendirilmişti. “Biz Cemil Esad’ı kullanıyoruz” diye başlıyor ve benzeri gerekçeleri sıralıyordu ama bunlar Müntecep’in fikrini değiştirmiyordu. 

Arap olan ve Arapça bilen bazı arkadaşlar Suriye’de hiçbir başarı şanslarının bulunmadığını nasıl anlamadılar, bilemem. Bir ülkede o ülkenin gizli servisini arkasına almış insanlarla mücadele edemezsiniz. Önüme çıkan ilk fırsatta Suriye’yi terk edecektim. 

Müntecep hazırlanmış bir provokasyonda yaralanır ama “İhvancıdır (Müslüman Kardeşler’dendir), bırakın ölsün” denilerek hastaneye kaldırılması engellenir. Müntecep’i sözüm ona kazayla vuran tipe de hiçbir şey olmaz. Bir ülkenin gizli polisi arkanızdaysa bir şey olmaz herhalde…

Müntecep Kesici’nin Antakya’da 12 Eylül öncesinde eylemleriyle tanındığını duydum ancak bu konuda fazla bilgim bulunmuyor. 

Bunları yazın derim. Yazın ve yayınlayalım…

Başka bilinmeyenler varsa onları da yazın, yayınlayalım…